Zor günlerden geçiyoruz. Tüm kıtaları kasıp kavuran terör… Açlık, susuzluk, fanatizm.. Küreselleşen dünyada erişim kolaylığı, seçenek fazlalığı, görünür ve bilinir olma arttıkça vicdanî kantarın hassaslaşması gerekmez mi? Dünya nereye sürükleniyor? Daha önemli bir soru; insanlık nereye doğru gidiyor?

Ülkemiz açısından önemli bir dönem. Seçimleri geride bıraktık. Daha ötesi ve içtenlikle şükrettiğim bir konu, şehit haberleri, saldırılar bir anda sessizliğe gömüldü. Para yerine konulabilir ama can asla! Hiç bir memlekette siyaset pazarlığı masum insanların canı üzerine kast etmemeli. Gözlerim dolarak anıyorum her birini. Bu dönemde gözlemlediğim en önemli detay “sosyal medya kahramanları”, “sosyal medya politikacıları”! Bugünkü yazım uzun uzun izleyip, her bir iletileri okuyup değerlendirerek geçirdiğim bu grubun ilke edindiği ve savundukları ana düşüncenin anlaşılamaması üzerine olacak.
“Nedir anlaşılamayan?” dediğinizi duyar gibiyim. Öncelikli tespitim özellikle son seçimlerdeki oy kahramanları üzerine. Mutlulukla oy hakkının bir vatandaşlık görevi olduğu konusunda önemli bir bilincin yakalandığını görüyorum. Gurur duyuyorum bu bilincin sonunda oturuyor olmasına. Ama açıkçası daha iki seçim önce “kime oy vereceğim, asla oy kullanmam bu sistemde” diyerek oy vermemekten övünen kişilerin bir anda başkalarından hesap sorma ve hatta hodri meydan hakaretleşme hakkını nasıl kendilerinde bulduklarını bilmiyorum. Oy vermek bir hak olduğu kadar bir vatandaşlık görevi. Birbirimizi bilinclendirmeliyiz. Ama bu ödev sadece oy kullanmakla sınırlı değil. Seçimler dört yılda bir kez gerçekleştiriliyor. Bizim bu ülkeye daha nice hizmet borcumuz var. Örneğin çocuklarımızın eğitim koşulları için hiç ders verdiniz mi? Hiç herhangi bir toplumsal projeye hizmet ettiniz mi? Yardıma muhtaç bir vatandaşımıza sağlık imkanları için el verdiniz mi? Kadın istihdamı veya kız çocuklarının eğitim görmesi için bir kampanyaya katkıda bulundunuz mu? Bir fidan diktiniz, çevre temizliği için katkıda bulundunuz, elektrik-su tuketiminizi kıstınız mı? Bunlardan hiç birini bir kez yapmadınız ama seçim günü oy kullandığınız için kendinizi başka insanların hesaplarını takip edip nerde ne yaptıklarına dair hesap sorma hakkını mı elde ettiniz?
İkinci tespitim “savunduğumuz ilkelere sahip miyiz?” sorusu üzerine kendimce verdiğim bulduğum cevap. Bir çoğumuz özgürlükçü, demokratik, eşitlikçi hatta bir kısmımız da sosyalist. En çok biz hoşgörü sahibi olmalıyız bu durumda. Çünkü savunduğumuz ana prensip bu. Demokratik olduğumuzu iddia ediyoruz. Özgür olmamız gerektiğini. Ama sonuç bizi mutlu etmeyince “bu cahiller yüzünden bu haldeyiz”, “aptal halkımız”, “bunlardan bir şey olmaz”! Hem de çok ciddi gazetelerde önemli yazarlarımızın, aydınlarımızın başlıkları ve söylemleri bunlar. Aynı düşünmüyoruz evet ama biz ne zaman bir başkasına “aptal, cahil” gibi küçük düşürücü sözler söyleme hakkına sahip olduk. Bir yandan toplumun ayrıştırılmasından duyduğumuz rahatsızlığı vurgularken bir yandan böyle bir ayrışmaya zihinsel kabul vermek nasıl bir tepkidir? Demokrasi ne zamandan beri sadece bizim gibi düşünenleri temsil ediyor da karşı görüşü yok sayıyor? Elitist olmak bir toplumu aynı eğitim standartında tuttuğun, eşitliği savunduğun, kimseyi hakir görmediğin ve saygı duyduğun sürece değerlidir.
Gelelim hepimizin siyaset bilimci olması mevzuuna. Herkes bütün devlet ilişkilerini, derin devlet oyunlarını çözmüş durumda. Tabiki Rus-Ortadogu akımı, Amerika ekseni, Avrupa Birliği pazarlıkları kısmında farklı görüşler var. Ama bravo, sosyal medyada taht oyunları stratejisine kafa yorduğumuzdan beri 7’den 70’e siyaset bilim okur yazarlığı had safhada. Gerçekten bu kadar biliyor muyuz, internet bilgi kirliliğinde yok mu oluyoruz acaba? Konuştuğumuz kadar düşünmeye de ihtiyacımız yok mu?
Bir tespitim de çetele tutmak üzerine. Ben bu çetele tutmanın duygusal ilişkilerde yaşandığını sanıyordum. “Sen bana bunu demiştin, bunu almıştın, buraya gitmiştin, filanca sana mesaj atmıştı da sen şöyle davranmıştın.” Şimdi sosyal medya networkumuzle ilişki mi yaşıyoruz anlamadım. Yahu bu kadar hesap ailemize vermiyoruz. Sen o fotoğrafı koydun oysa bugün şu var, ona tepki göstermedin, ona böyle yorum yaptın şuna şöyle yazdın… Şeffaf yaşamak iyi güzel de hesap verme kısmına ben alışamadım. En çok da düşüncelerim hakkında hesap verirken zorlanıyorum. Hissiyat, sosyal ve beyinsel fonksiyonlarının bu yönde çalışıyor olduğunu anlatmak zorunda kalmak! Neden? Çünkü bir hoşgörü yoksunu senin sayfana müdahale edip seni sorgulama hakkına sahip buluyor kendini. Acaba konut dokunulmazlığını ihlal gibi sosyal medya sayfası dokunulmazlığına ilişkin hukuki düzenlemelere ihtiyaç duymaya mı başladık?
Terör insanlık suçu. Bunu sanırım kimse tartışmaz. Ama ilginçtir ki terör nedeni ile ölenlere yas tutarken bu senin milletin, ırkın, etnik kökenin, dininden veya mezhepinde değilse “çok iyi olmuş, keşke hepsi ölse” yazanları görüyorum. Senden olmayana ağlarken üzüldüğün için hesap soranlar var. Ne zaman insan, kendi türüne bu kadar zulüm gösterir oldu da bu kadar acımasız oldu?
Bu tüm yaklaşımlar bir tek yere bağlanıyor. “Hoşgörüsüzlük”! Hukukta özgürlüğün tanımı bir diğerinin özgürlüğünün başladığı yer olarak yapılır. Özgürlük insanî bir ihtiyaç. Özgürlük hoşgörü ile başlar. Biz birbirimizi kısıtlama hakkına sahip değiliz. Mahalle baskısı “biz”leştirmiyor, “öteki”leştiriyor. Bizim bir perdede rengarenk olmaya ihtiyacımız var. Bırakalım politikayı politikacılar yapsın ya da çok iyiysen meydanlara çıkalım. Bu memlekette elinin tutulmasını bekleyen nice minik kalemler, üşüyen küçük ayaklar, cesarete muhtaç kadınlar, yol gösteren mentore ihtiyaç duyan yeni mezunlar, yatırımcılara ihtiyaç duyan girişimciler, bizi temsil edebilecek buyuyebilecek nice yerli markalar var. Biz birbirimize iyi bakalım! Hoşgörüyle kalın!