Zaman…Ne tuhaf değil mi? Kimi zaman geçmek bilmez. Sanki yelkovanla akrep haraket etmek istemez, mayışmış, tembel tembel otururlar. Kıskıs gülerler de bir gıdım ilerlemezler. Kimi zaman da muzurlukları tutar, birbiri ardına koşturup dururlar, durdurmak istersin, yetişemezsin hızlarına. Kendi aralarında mı oyun oynarlar, sana mı oyun ederler belli değil. Bazen düşman, bazen ilaçtır sana. Yakalamak istemediğin veya yakalasan sana kalmayacağını bildiğin bir yanılsama. Herşeyin sonu ve hiç birşeyin bilinmediği ana yolculuk. Hepsinde seni bugünde tutan zaman! Seni iyileştiren, seni zalimleştiren, seni vareden, senden var eden, senden kar eden zaman…
Hiç bitmeyecek sandığım anlar vardır hayatımda. Hiç büyümeyeceğimi sandığım anlar. Boyumun uzamayacağı, o kapı tokmağını tutamayacağımı düşündüğüm anlar. O zamanlar, dünya o minik oda benim için. Kapı başka bir dünyanın sihirli anahtarı. Ah büyüsem…Başka başka dünyalara açılacak sihirli bir yer var evet ama.. elim o kapıya yetişebilecek mi acaba? Şimdilik değil…
Hiç geçmeyeceğini düşündüğün yaralar var. Dizimin üstündeki kanayan çürük. Çok da acımıştı kolonya sürülüp de pamukla temizlenirken. Annem üfleyince pek tatlı serinlemişti ama “kesin” demiştim “geçmeyecek bu acı”. Off hayatımın en büyük acısıydı bence. Yanaklarım sırılsıklamdı. Üstüm başım pasaklı. Hep böyle kırmızı kalacaktı artık dizim. Kırmızı dizli olacağım ben. Kesin kırmızı dizli kız olacağım. Bari hep bu kadar acımasa. Kesin acıyacak ama. Annem demişti koşma diye.
Okuldan ilk kaçtığım zaman var aklımda. Babama söyleyip söylememe arasında geçirdiğim on dakikanın çok uzun olduğu zaman. Bence bir dönem kadar uzundu. Sanki dönem boyu okuldan kaçmışım gibi uzundu. Telefon çalıp babam telefonun ucunda çıkında sesim titreye titreye “baba okulun maçı var biz hepimiz okulun maçına gitmek için dersten kaçtık” demiştim. Sonra da benimle dalga geçen arkadaşlarımı hatırlıyorum. Böyle dersten kaçma mı olur diye. Dalga geçmeleri bence babamla konuşmamdan daha uzun bir zaman dilimiydi. Kesin üç yıl yaşlandırmıştı beni. Niye söylemiştimki. Hayat ne zordu Allahım.
Bu dürüst olma huyu, benim dilimde bir karakteristik özellik. Ben içimde tutayım bir düşüncemi de söylemeyim, aman politik olayım, sinsi davranayım desem de dilim karakterini illaki ortaya koyacak. Bir iki dişimle dilimi ısırdım terbiye etmek için, gözlerim yuvalarından çıkacaktı, ateş saçıyordu, dilim gözlerime de hücum edip yalvarıyormuş meğer. Gözlerimden de okunuyormuş gayet de şeffaf ne düşündüğüm. Ben de boşuna enerjimi bunlara harcamamaya karar verdim. “N’apalım ben de böyleyim” diye düşündüğümü dürüstlükle ifade ettiğim binlerce an oldu. Ve binlerce zamanın durduğu, “yer yarılsa da içine girsem”, “bir kere de sus kardeşim” diye azarlarken geçmek bilmeyen saniyelere doyamadığım anlarım.
Bazı anlar var. Zor anlar. Sınavlar, testler gibi değil.. Aciz olduğun. Sevdiklerini kaybettiğin. Ameliyatlar, hastalıklar. Üzüntülerinde, gözyaşlarında sadece sarılabildiğin veya elini tuttuğun anlar sevdiklerinin. Zamanın bıçak gibi tam boğazının orta yerine saplandığı, konuşmana, cümle kurmana izin vermediği, tüm kelimeleri yeryüzünden sildiği anlar.
Bir de anlar var. Midenden kelebeklerin çıkacağını sandığın anlar. İçinin gıdıklandığını bildiğin anlar. Yüzünde pembe anlamsız gülümsemelerin silinmediği, her mutluluğa senin imzanın yapıştığı, her aşkta senden bir dokunuşun ve ürpertinin yer aldığı anlar. En geçmemesini istediğin, seni en dik, en ayakta tutan, hep genç, hep çocuk, hep güzel, hep harika hissettiren mükemmel anlar. Bir dakikasında binlerce ömür kalabileceğin anlar. Şiir gibi akıcı, ezgiler kadar lütufsuz ve dingin, güneş gibi sıcak, meltem gibi serin…
Ve anlar. Gideni düşündüğün anlar. Gidenin giderkenki sürecinde yaşadığın anlar. Her akşam aldığın kararlar. En kararlı halinle uyurken sen, sabah en kararsız halde uyanmalar. Tek bir mesajda tüm sıcaklığını, tüm sevgini uzatmak istediğin, kucağına başını gömüp öpücüklerini vermek istediğin anlar. Ve karşındaki duvarlar. Duvara her tosladığındaki o dakikalar. O derin anlar. İçinde kor alev gibi olan sevgi tertemizken kendini yakmaya başladığın anlar. Yanarken alevinle ateşin ta kendisi olduğun anlar. Yüzünün gözüne ruhunun acıya, acının bedenine, aklının zamana karıştığı anlar. Karşılığın kalmadığı anlar. Gidişin mazileştiği anlar. Evrenin ıssızlaştığı… Zamanın zamansızlaştığı. Akrepin yelkovanı soktuğu. Ruhun bedene sığamadığı. Elinden hiç bir şey gelmeyen gidişleri izlediğin anlar. Bitişleri izlediğin anlar. Sönüşleri izlediğin anlar. Ve taşlaşmalar. Kaya gibi bir sen. Sağlam bir irade. Senden bir daha bir sen. Senle alakası olmayan bir sen. Ya da senden daha esaslı bir sen. Zamanda yeni bir sen.
Birden boyum uzuyor. Kapı açılıyor.Sihir yok oluyor. Dizimdeki kan duruyor. Acı diniyor. Kırmızı dizli kız olmuyorum. Mor dizli.. sarı dizli.. derken geçiyor. Üstelik kaç kez daha düşüyorum. Biliyorum,kırmızı dizli kız olmayacağım ve annem hep üflediğinde ruhum hep serinleyecek, acım hep hafifleyecek. Babama hep hataları itiraf edeceğim, bence bu dönemler bitmeyecek. Zaten onun gözünde ben hiç mezun olmayan on yaşındaki kızıyım. Dalga geçen arkadaşlarım ebeveynleri önünde hesap verirken iyiki de söylemişim iyiki de herşeyimi paylaşmışım ben. Tüm replikler tüm düplikler sıralanıyor kafamda.
Zamanın bir sen daha doğurması. Sonra senden bir sen daha.. Zaman böyle tuhaf bir doğum bazen. Bunca yüzleşmelerde, bunca hesaplaşmalarda bir çok replik düplik çalışıyor insan. Hepsi anlamsızlaşıyor sonra. Bir çok hayal kuruluyor. Hepsi karışıyor zamana. Zamana karışmayan bir tek sözüm kalıyor. Akıp gitse de tek bir cümlem. Benden bana kalana seslensem söyleyeceğim tek şey var: SENİN BENDE KARŞILIĞIN YOK ARTIK!