Kilometrelerce uzağa gidiyorum. Benim ve bizim gibi olmayan insanların yanına. Farklı bir dil konuşmak, farklı geleneklerle yoğrulmuş olmak değil derdim. Derdim topraklardaki mülkiyet kavgası. İstenmiyor ve yabancıymış gibi davranılıyorum. Önyargı biliyorum ama ne o toprak bana ne ben o toprağa aidim. Bu insanlar sarılıp biz olarak tamamlanmak istemiyorlar. Üzülüyorum, ama az ama çok. Dönüyorum…
Kilometrelerce başka bir yöne gidiyorum. Bu sefer sınırlar geçiyorum. İnsanları izliyorum, annem, dedem, ninem, kuzenim. Pek bizden. Pek biziz. Mutluyum, her masada varım.
Kafam karışıyor. Ve sınırlara, sınırları genişletip toprak diye can kıyanlara, sınırları çekenlere içsel bir öfke duyuyorum. O sınırlar olmasa nice hayatta olması gerekenler nefes alacaktı. Sınırlar olmasa.. Özgür olacaktık hüzünsüz ve özgür olacaktık sınırsız. Sınırlı bir özgürlük, özgürlük olabilir mi ki? Mülkiyet… Hepimizi yok eden ve uzaklaştıran ve bir mülk gibi rayiç yapıştıran mülkiyet.
Eve dönüyorum. Yaşadığım atmosfere yani. Yürüyorum yollar boyu. İzliyorum insanları. Ülkesel sınırları esas alan zihinlerimizde bireysel tapuları fark ediyorum. Birine ait, kuruma ait, unvana ait, edindiğimiz mallara ait tapuları… Nefes diyorum, ne zamana kadar tescilsiz ve herkese ait kalacak? Bir mülk gibi sahiplendiğim insanlar, ilişkiler, beklentilerim olduğunu hatırlıyorum. Olmasını isteyip özgürlüğüme direndiğim anları. Benim olmadığı için ağlayıp, benim olana dahil edemediğim hayallerimin karakterleri. Benim olmasını istediğim doğrular, yanlışlar. Her yere saçtığım iyelik. Sonra neden bükülüyor insanın boynu rüzgara karşı, nasıl kırılıyor direnişe anlıyorum. Anlıyorum ama hiç bir dün yarasını unutamıyorum.
Sınırsız diyorum ya… yarına dair fırtınaya direnmemek için. Rüzgar olmayı seçiyorum.
Mülk… Her türlü ve her kimseli mülkler. Her inanlı, herkese ait topraklar. Her ruhun, varoluşun nefsi. Sınırlar diyorum. Ne acayip. Yarını bekliyorum. Özgürlük kadar esnek. Beklentisiz!