Ne abiyogenez kuramı ile ilgileniyorum ne de canlılık-cansızlığı tetikleyen kimyasal evrimle. Benim ilgimi kabın şeklini alan ve asla şekle girmeyen ruhlar ilgilendiriyor bugün. Nasıl oluyor da bazıları yanındaki insanın şekline uyum sağlayabiliyor? Ruh kalıbı dolduruyorsa bazıları neden hiç değişemiyor ve hiçbir yere sığamıyor? Örneğin kadınlar. Birlikte oldukları her erkekte yeniden evriliyor genellikle. Erkeğine göre şekil alıyor. Kimi erkekler de böyle. Ama bazısı şeklini veren oluyor. Uyum mu? Hani şarap kadehinde rakı içilmez, rakı kadehinde tekila. İşte bazen kalıbına yakışıyor ruh ve uyum doğuyor. Bazense susamışken shot bardağında su içmeye çalışmak gibi hayat.
Nerde ve nasıl kayboldu düşüncelerim bilmiyorum bugün. Sevmek diyorum, her yarayı sarar. Bir küçük öpüş karın altından filizlenen bir çiçek gibi. Merhamet, nasıl da yakışıyor insana. Parmak uçlarını öpmek, ruhunu öpmek gibi canlının. Gözlerindeki çakmak çakmak heyecanı duymak gibi. Kalp çarpıntısı dediğin yiğite yakışıyor. Yiğitlik en çok yüreğe… Evet evet, insana en çok merhamet yakışıyor. Gözlerine mührünü vurmak, zaferi umursamadan savaşmaktır aşk. Yani hayatın kendisidir aşk. Sevdası yaşamak olmalı insanın. Her bir atışında sol yanının, pırıl pırıl akmalı kanı damarında. Sarılmalı, hiç bırakmayacak gibi sıkı, yıldız kayar gibi belirsiz. İnceden ve tüm evrimiyle. Sevdası yaşaTmak olmalı insanın.
Şimdi o kadar terör, sistem değişikliği, ekonomik kriz varken hala neyin derdindesin diye sorsa biri; “insana yine insan iyi gelir” diyeceğim. Çünkü hayatın minik ellerinden şefkatle- umutla tutmaya devam etmeye ihtiyacımız var yaşayabilmek için.