“Yüz kaslarının gevşediğini hisset. Nefes aaaallllllllll (6 saniye kadar sürüyor), nefes veeeerrrr (ortalama 4 saniye). Nefes aaaallllll, nefesss veerrrr. Şimdi tüm ağırlığının ayak tabanlarında olduğunu hisset (Uzanırken bunu nasıl yapacağım acaba?). Hissettiğin duygulara renk versen hangi reeeennkk olurduuuu, bu rengiiiiii ennnn çok nerende hissederdiiin, karnında ya da göğsüüüündeeee?”. Evet meditasyon seansları böyle uzayıp gidiyor. O yavaş çekim konuşmalar, ana odaklanmaya çalışmamı sadece engellemiyor, “Allah aşkına normal ritminde konuşsun şu kız” diye böyle içim parçalanıyor. Ana odaklanmak mı? Ohooo, o böyle yavaş konuşurken ben o sırada yarınki iş listemi yaptım, aramam gereken ve ertelediğim kişileri arama listesi, kafama taktığım soruların cevabını bir kez daha düşündüm (tabiki yine cevap bulamadım), erteleme listesi yaptım (en sevdiğim; işin içinden çıkamıyorsan, ertele), akşam ne yesem acaba diye düşündüm, yahu ben ne zaman kilo vereceğim diye bile düşündüm. Biraz daha yavaş konuşsaydı, sosyo-politik gündemimiz hakkında teori bile yazabilirdim. Neymiş, meditasyon rahatlatırmış. Anda kalırsam uyuyabilirmişim. Uyursam düzenli beslenirmişim. Düzenli beslenirsem mutlu olur, kendime odaklanırmışım. İşte kilit cümle. “Kendine Odaklan!”.

Yıl olmuş 2018. Son yıllardır moda olan, rahat hissetmek. Bu çağda zorluk çekmeye ne gerek var? “Take it easy baby”. Yeaaa, her şeyi evrene bırak, pozitif pozitif. Çok mu zorlanıyorsun, hoop psikiyatr kapısındasın. Hayatındaki sarmallarını açman için aldın mı antidepresan, güllük gülistanlık herşey. 10 güne yahu bunlar neyi tartışıyor dersin, 3.ayında çiçekler böcekler, mutluluk içimizde (beynimdeki kimyasal etkileşimde) havasına girersin. Hayat nasıl kolay, nasıl anlamlı (anlamlı olmasa ne yazar, hayat pozitif). Herkese önerirsin, öneririm, önerirler. Çünkü ağır yükler taşımaya gerek yok. Hatta psikiyatra bile gitmene gerek olmaz. 3-5 arkadaş toplan, nasılsa herkesin bir depresyonu var (hele modaysa o sezon, kesin var). Sana kullandığı ve reçetesiz mutluluk haplarının ismini söyleyince, hiç acı çekme, git hemen al, 1-2 ay kullan, çok acayip iyi hissedersin. Çünkü hayat zor, çünkü hayatı basitleştirmek gerek. Çünkü hayatı kolaylaştırmak gerek. Hem bu standartları konuştuğun yaş ortalaması artık 30 yaş üstü değil. Minik oğlumuz ergenlikte problem mi yaşıyor? Hayatını kolaylaştırmak için antidepresanlar var. Kızımızın sınav stresi mi var? Başarısına engel olmasın, iki tane minik hap yeter. Hayatın kolay olmasını geçtim, tüm tavsiyeler “kendine odaklan, kendini düşün, bu hayatı kendin için yaşıyorsun, hayatını basitleştir, istemiyorsan yapma, sen ne istiyorsun?” cümleleri etrafında dolaşıp duruyor.

Cümleleri takip ediyorum. Yaşamlarımızı da… Bu cümleleri, bu bakış açılarını çoğunlukla uygunsuz, kimi zaman bencilce ve bazen tehlikeli bile buluyorum. Tabiki anksiyete tedavisi görmesi gereken ya da panik atak sorunu yaşayan kişilerden, davranış bozukluklarından bahsetmiyorum. Ben rastgele, zorluk gören herkesin aynı kapıda buluşup, kader birliği yapmasından, aynı cümlelerle bencil topluluklar olmaya başlamamızdan bahsediyorum.

Gerçekten sadece ve sadece kendimize mi odaklanmalıyız? Evet, hayatımızı annemiz, kardeşimiz, sevgilimiz için yaşamıyoruz, yaşamamalıyız, katılıyorum. Ama odağımıza kendimizi koyup, sadece “ben”i mutlu eden şeyleri, sonuçlarına hiç aldırış etmeden kendimizi iyi hissettirsin diye seçmeli miyiz? Örneğin, kardeşimizin bir büyüğü olarak uzaktan onu takip etmemeli, yaşadığı zorlukları hiçe sayıp “ bu senin hayatın, kendi başının çaresine bakmalısın” mı demeliyiz? Aramız kötü olduğunda kendisini, herhangi birine indirgeyip bağsız mı hissetmeliyiz? Annemize dönüp, “annecim üzgünüm, kaç yaşındasın, hasta olma sende, hasta da oluyorsan atla taksiye git hastaneye” mi demeliyiz? Arkadaşımıza, “aman boş ver problemlerini, sen anlatınca ben de negatif enerjinden etkileniyorum, iyi şeyler konuşmayacaksak lütfen görüşmeyelim” mi demeliyiz? Kendine odaklanmak… Kendine odaklandıkça bencilleşmek… Hayatı minimal tutarak hiçbir sorumluluğu yerine getirmemek çünkü de kendimizden ve minimalize ettiğimiz hayatımızda ihtiyaçlarımızı kısarak sorumluluklardan kaçmayı tercih etmek demek değil mi? Bu mu bizi mutlu edecek? Bunun bir dengesi yok mu gerçekten? Tabi ki kendimizi yaşadığımız 20 metrekarelik alan yerine 300 metrekarelik evlerde yaşamayı hedef seçelim, her gün lüks restoranlarda yemek yiyerek, trend publardan birinde bi’drink almayı, ikame edilebilir standartta bir ürün almak yerine, ihtiyacın ötesinde bir markaya binlerce lira vererek ipotek altına aldıralım demiyorum. Ama hayatımızı minimalize ederken, sorumluluklarımızı kenara mı atmalıyız? Sırf kolay bir hayatımız olsun diye. Sırf kendimize odaklanalım diye. Sırf böyle mutlu olacağımız düşüncesine odaklandığımız için. Kendimizi böyle mutlu edeceğimize inandığımız için mi?

Hayatımızı minimalize etmek, yükleri atmak, kendimize odaklanmak tavsiyelerinin yerini paylaşımlı ve katılımlı tavsiyelere bırakmasını umut ediyorum. Her karşılaştığımız zorlukta o minik haplarla sorunu yenmeyi tercih etmek yerine, o sorunu aşmak için biraz mücadele etmeyi öneriyorum. Hayatın engebeli, çakıllı taşlarla dolu olduğunu unutmamalıyız. Unutmamalıyız ki, düz yollar bizi mutlu edebilsin. Çakıllı yoldan giderken, o yolu düzmüş hissiyle gitmek, düz yolda gittiğinde, düz yolun konfor ve mutluluğunun değerini anlamamana neden olur. Sadece kendimize odaklanmak, annemizi, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, sevdiklerimizi bu mutluluğa ve odağa dahil etmemek, çekirdeksiz ve kimsesiz bir hayatı benimsemeye, bencilleştikçe duygularının kurumasına neden olur. Yani hissetmezsin. Çok istersin hatta bazen, üzülmeyi unutmuşsundur. Sevmeyi unutmuşsundur. Beklemekten, heyecan duymayı unutmuşsundur. Saklamaktan kendini, kim olduğunu unutmuşsundur? Neyi neden beklediğini, neden istediğini, istediğinin sana hissettirdiği o çocuksu duyguyu unutmuşsundur. Çünkü kurumuşsundur! Oysa paylaşmak insanı eksiltmez. Paylaşmak insanı çoğaltır. Bulduğumuz bahaneler, sadece kaçmak içindir. Kaçmak yerine yüzleşmek insanı hafifletir. Kaçmak yerine kucak açmak, gelene, gelmeyene, gidene, sabitlenene… Olduğu gibi kabul etmek. Olanla, olanlarla yürümek. Çoğaltır insanı. İnsan çoğaldıkça, tek bir noktadan ibaret odak olmayacaktır. Ve ancak “an” olacaktır. Sevdiğin her şeyle ve herkesle olmak, nokta değil, odaksız mutluluk verir. Odaksız mutluluk, illa da kendinle alakalı olması gerekmeksizin, sırf bir insanı güldürdüğünden gülebilmek, sırf bir insanın nezaketinden dünyaya centilmen olmak, verici olmak, verdikçe iletken olmak, verdiğin kadar alabilmeyi, tüm gerilimlerin geçtiği bir akıma izin vermeyi gerektirir. Direnç ne olursa olsun, direncin ne kadar olursa olsun, akıma tepkinden olur. Tepkisizlik sıfır noktasıdır. Odağınız sıfır olmasın! An olun, anda kalın!

Bu hayatta her zorluğu kabul etmek, kalkan tutmaktan vazgeçip, içinden geçip gitmesine izin vermek, böylece bir holograma dönerek sırf maddi ve fiziksel sınırların gerektirdiği pozitif sınırlı yaşamlar yerine, anda ve sonsuzlukta olmak aslolan değil midir? Nasıl mı? Odaktan çık, kaderini sev, mutluluğunun sorumluluğunu al, göz yaşının ıslaklığına dokun ve üzüntünün sana dair olduğunu bil, sadece bir insan olduğunu ve ancak severek ruhuna can vereceğini, robot bedeninden, ruhunun sevme cesareti ile evrene açılan bir kapı olacağını, hayatın her anının seni bu kapıdan geçmeye hazırladığını, her sınavda vicdan değimiz iç benliğinle yayılman gerektiğini, paylaştıkça genişlediğini, genişledikçe herkes olduğunu gör. Mutluluk mu? Pozitivizm mi? Sen ancak herkesken halkanın tamamısın. O zaman her gün pozitifim, pozitifsin, pozitifler!