Zamanda kaybolmuş bir gezintiye çıkıp hatırlayabildiğim en eski sevgi dolu ana gittim. Renkler ve içimdeki sevgi capcanlı, sesler net. Hatta babamın yüzündeki sakalların sertliği, annemin yüzündeki çizgiler, televizyonun sesi, babamın işaret parmağını tutarak yürümeye çalışırkenki tökezlemem ve parmaktan aldığım destekle doğrulma anım da gerçekliğin ta kendisi. Tam o dokunma hissini düşünürken, gerçek olmadığını kavrıyorum. Sadece bir “an” o. Anılaşmış bir an. O anıyı an yapan benim bugünkü gerçekliğim. Gerçeklikler iç içe geçince beynim şimdiye takılıyor.
Anlarımı seçebiliyor muyum emin değilim. Anılarımı seçiyorum ama. Kalbimi acıtanları gömüyorum mesela, aklıma gelse hortlayıp gömdüğüm yerden, inatla bir daha gömüyorum. Gömüyorum ki sevgiye, umut ve mutluluğa yer kalsın. Her seferinde, inanıyorum kendime. Duvara tosluyorum evet, bulutlardan çakıldığım oluyor, derine inerim diye balıklama zıplayıp tepe üstü beynimi zonklattığım da. Yalan söyleyemem, acıyor. Bir süre sızlıyor derin derin. Yahu geçiyor ama. Ve inanma cesareti gösterdiğim o anlar var ya! Yeşil yeşil değil, sadece yeşil değil yani. Binbir ton. Hayatın sesleri sokakta müzikal gibi; kornalar klarnet, konuşmalar vokal, seslerin senfonisinde bugün umut var. Nefes almıyor fotosentez yapıp resmen oksijen üretiyorum. Güneş yokken sıcaklığı değiyor tenime, yıldızların pırıltısını seçiyor gözbebeğim. Ve evet, bazen pırıltının kendisi oturuyor gözlerime. Seçme cesareti diyorum ben buna, sevmek emek istiyor evet. Seçerek başlıyor o her uyanışımda. Seçmeseydim… Konserve bir yürek ve turşusu tutmuş üç beş anıyla avunmak mı? Bana göre değil! Bu cesaretle izi kalan yaraların olmaması, zonklu günler ağıtlarının kendini hatırlatmaması mümkün değil tabi, yani vaadim harikalar diyarı değil malum. Arka planda bir meydan muhaberesi alanı da yok değil. Kaybedilen cephelerimin sayısını inanın bilmiyorum. Ama bugün bu acıları travmaya dönüştürüp insanı şizofren yapmayan şeyin sevmeyi seçmekten geçtiğini biliyorum. Öfkelenmek, zehiri içip bir başkasının ölmesini beklemekti. O yüzden kendime zarar vermeyi tercih etmeyip evrene bıraktım hayal kırıklıklarımı. Ne mi oldu? O ünlü karikatürdeki gibi, uzaylı çıktı geldi ve “ben onu yedim” dedi. Böylece ben kah çakıldım, kah uçurumlardan düştüm. Yine de hep sevmeyi ve inanmayı seçtim. Böylece bir çocuk güldüğü her an çocukluğumdaki o “an” a gittim. Tökezledim, babamın işaret parmağına inandım, düşmeyip yürümeyi seçtim. Tıpkı Tanrının işaret parmağına eş sevgisine tutunmam gibi. Peki ne oldu? Sonsuz evrenler viyadüğünde bir daha düştüm ve kalktım. Bir daha ve bir daha… Tüm anlar iç içe geçti ve ben gözümü şimdiye açtım.