“Anlamadım ben seni” dedi. Evet dedi, bence ben konuyu çok iyi anlatmıştım ama o “anlamadım ben seni” dedi. “Yani diyorsun ki düşebilirsin, canın acıyabilir, acın sana ait olur, bu seni küçültmez diyorsun.” Sessizlik… “Yani sen diyorsun ki boşver, insanların dediklerini, yaptıklarını umursama, sana rol yapabilirler, seni önce kazanabilirler, sonra seni umursamayabilirler, sen öylece uzaklaş, boşver diyorsun”. Sessizlik… “Yani sen diyorsun ki, önce hayatına girerler, sonra çıkıp gidebilirler, sen izleyici ol diyorsun”. Sessizlik…
Gerginlik…
Ben sessiz kaldıkça cümleler ” Yani sen diyorsun ki” ile başlamaya devam ediyor. O sırada, az önce kurduğum cümleleri düşünüyorum. Şuanki bana anlatılan vurdumduymazlık ile boşvermişlik sonucuna ulaşılmış konuşmanın ana teması özgür olmakla ilgili idi. Birbirimizi anlamak ne zaman ve neden bu kadar zor oldu ki. Baştan başlayacağım ama sabrım var mı kestiremiyorum. Sabrım olsa da sonuçta anlaşılacak mı sohbetimiz emin de olamıyorum. Masadan kalksam mı acaba diye düşünüyorum. Sonra bir anda yükselen sesi ile irkiliyorum. Sessizliğim daha da gerilime yol açmış. Nefes alıyorum. Şimdi her köşe başı mantracılarından, yoga bağımlılarından dinlediğim bir iki sakinleştirici antrenmanı uygulamaya çalışıyorum (hiç işe yaramıyorlar demiş miydim?). Yani sen diyorsun ki… “Hayır, bunlar senin cümlelerin. Ben sana bir ayna tutmak istedim, senden bunlar yansıdı. Ben sana anlattım, dinledin, anladın gibi baktın ama öfkelendin. Öfkenin benimle ilgili olduğunu sanmıyorum. Bu kadar öfkeliysen, öfkelendirdiysem seni masadan kalkıp gidebilirsin” diyorum. Önce ters ters sonra dingin bir bakış. Gözlerinde yılgınlık var, yorgunluk var, savaş sonrası yıkım var. Sakinleştirmek istiyorum, gidip sarılmak istiyorum ama ikimiz de biliyoruz sarılmayacağımı. Emin de olamıyorum sakinleşeceğinden. Biraz da çekiniyorum. On yıllık arkadaşım gel gör ki yaşadığı ayrılık onu hırpaladı. Sonra da hırsını bu problemin parçası olmayan insanlardan çıkardı. Önce zararsızdı. Birileri ile tanışıyor, 2-3 gün geziyor, bazıları ile sinemaya gidiyor, kimisiyle içiyor, dans ediyordu. Sonra sonra, her tanıştığından edindiği üç beş kelam bilgiyi karıştırmaya, zenginleşiyormuş gibi hissetmeye başladı. Ne güzeldi işte, herkesten bir bilgi alıyor, kendini doyuruyor, gamsızlaşıyordu. Sonra hırçınlaşmaya başladı. Eski ile kıyaslar, yeniler arası kıyaslar, tatminsizlikler. Biraz şımarıkça bulmaya başlamıştım işin sonunda. Şimdi bugün kalkmış aslında kendini koruduğunu sanırken, umursamadığını söylediği kişilerin bir anda değiştiğini zaten de hepsinin aynı terane olduğundan yakındı. Nefes aldım. ” Hepsi aynı değil” dedim. Sen hiç birine gitmedin. Onlar adım atınca geriye çekildin. Onlar beklemekten, senin karışıklığından yoruldu. Birinin sana yaptığında çileden çıktığın şeyleri, bana yapıldı diye yaptın, zararsız olduğunu iddia ettin şimdi kalkmış ne zaman kalbini açsan zarar gördüğünü söylüyorsun. Bu adamlardan hiç biri seni üzmedi.” Sustu. Sessizlik sırası onda.
“Bırak diyorum, her gün özgürce ne olursa olsun seni aramayı seçmeyen biri değilse bırak.” Alaycı bir bakış fırlatıyor. “Sen güçlü olmak düşmemek sandın, ona tutundun, buna yaslandın, bazı günler tek dikildin. Güçlü olmak risk almadan ayakta dikilmek değil kızım, güçlü olmak düşsen de yeniden ve sonra yeniden doğrulabilmek, ayağa kalkmak, bir kez daha düşersen de yine kalkacağını bilmen demek” dedim. Bu sefer de acıyla acıma karışımı bir ifade ile yüzüme baktı. Gözleri yaşlandı. İçimden yine sarılmak geçti. Ama ben sarılmam. Onun gözü yaşlanırken benim yüreğim yaşlandı. Yaralarım acıdı. “İyileşince seni arayacağım ama gerçekçiliğin bana iyi gelmiyor” dedi. Telefonuna sarıldı. “Bora, beni alır mısın, sana ihtiyacım var, çok kötü hissediyorum” diyerek telefonu kapadı, masadan kalktı. On beş dakika sonra adı sürekli değişen kahramanlarından biriyle gitti.
Arkalarından baktım.
Güçlü olmak, düştüğünde ayağa kalkabileceğini bilmek dedim.
Masadan kalktım.
Tek başımaydım.