Sakince karşıladım gitmeleri hep. Zamanıymış dedim. Bazen kalktım gittim, bazen oturdum izledim. Etrafınızdaki insanlar kendi deneyimleri ile size el verirler bu dönemlerde. Kendi deneyimlerini anlatırlar. O zaman onların yara izlerini görürsünüz. Yara izleri…
Yaralarının kabuklarını sürekli sıyıranlar olur. Tam iyileşecek gibi olurken yarasını canlı tutmak ister. Yürümeyi, yaşamayı bırakır öfkeyle hesaplaşmalara geri dönerler. Yıllar geçer, yaralar canlı, kabuklu, izli, kanamalı… Sanki o yaraya sahip çıkmak, hayalini kurduğu, hayalinde sonunu mutlu tamamladığı bir hikayeye sahip çıkmak gibidir. Bence o masalı hala bir aktör değişikliği ile yaşayabilecekken, yaşamaktan korkanların hikayesidir bu. Gün gelir, ilk aktör farklı masalların kahramanı olur, yeni adaylar toz olur, masal oracıkta yaşanmaksızın kalır. Düşleyen sahipsiz, masal izsiz kalır.
Bazıları affedicidir. “Yaşadığım bu deneyimi sevgi ile karşılıyorum, affediyor ve hayata sevgi ile bağlanıyorum” özetinde başkaca ilginç cümleler eşliğinde “vay be, nasıl büyük bir yürek” dedirten insanlar. Ben herkesi affetmiyorum, herkesi sevgi ile kucaklamıyorum. Beni aldatmış, kendisini maymun etmiş bir insanı, arkamdan konuşup yüzüme dünya iyisi olan henüz sınıflandıramadığım karakterleri, beni kötüleyerek alanıma sahip çıkmaya çalışıp eline yüzüne işleri bulaştırıp af çıkarmaya gelenleri sevmeme gerek yoktur bence. Affetmeye de, onların affedilmeye de ihtiyaçları yok. “Ne münasebet” ki hak etmeyeni seveyim. Sevdiklerim ve sevilmeyi hak edenlere haksızlık. Ama öfkelenmek dahil bir duygu beslemekten vazgeçiyorum. Arada bir böyle yazı yazarken hepsi de değil, bir kısım izler bırakanları şöyle bir hatırlıyor, gülümsüyorum. Kendimi affediyorum ama. Kendimi bu hatayı yapmış, yaşamış, hatayı görmemiş, görmüş ama katlanmayı tercih etmiş olmalarım nedeni ile affediyorum. Yara izlerime bakıp kendimde yarattığım ya da yaratılmasına müsaade ettiğim halimle kabul ediyorum kendimi. Çünkü çok küçükken öğrendim düşmeyeceğim demenin gerçek dışı olduğunu. Bildiğim en önemli cesaret şekli her seferinde yılmadan ayağa kalkıp yoluna devam etmektir. Beni güçlü yapan düşmemek değil, ayağa kalkma cesaretim oldu hep. Ayağımı sakatlayıp basketbol oynamaya devam ederken, kolumu kırıp yazmaya devam ederken, çok yaralanıp aşkta kalmayı tercih ederken. Yani hep devam ederken. Cesaret devam ettirir. Fotosentezli bir yaşam simulasyonu yerine oksijenle tam takır yaşatır.

Bedel dediğinin nasıl ödendiğini bilemezsin. Yaraya neden olanların da yaraları oluşur. Bu “oh, onların da canı acıyacak” çocukluğu ile değil de devranın farklı dönmesi ile ilgilidir. İki insanın yan yana, aynı yemeği aynı anda yediklerinde farklı koku alıp, yemeği farklı test ettikleri bir algı dünyasındayız. Farklı fotoğraf makinalarının aynı manzarayı piksel farkı ile farklı çekmesi, fotoğraf uygulamalarının fotoğrafı farklı görünümlere kavuşturması gibi. Sizin derinliğinizde sevmeyi bilmeyen birinin sizin derinlikte bir acı çekmesi elbet mümkün olmayacağından o insanın önce o derinliğe ulaşıp sonra acı çekmesini beklediğiniz kısasa kısas dileklerinin bu dünya düzeninde yersiz olduğundan, devranın dönmesine ilişkin bantın doğru hareket ettiğinden bahsetmeye çalışıyorum. Bedel ödeyenler kimi zaman hissedemeyerek, kimi zaman yoksun kalarak (o sevgiden, o sarılmadan, düşünülmekten, korunmaktan…), kimi zaman döndüğü yolda bıraktıklarını bulamayarak, kimi zaman gittiği yolda bir tek iyiyle karşılaşmayarak ama döngü gereğini ödeyerek hep çarkta kalır.
Unutulmaması gereken, nasıl yara aldığımız, ne derin izlerimizin olduğu, izlerimizin sayısı değildir. Unutulmaması gereken zaman ekseninde birbirimize nasıl davranmaya devam ettiğimiz, etki alanımızda kalanlara neyi vermeyi esirgediğimiz, neyi eleştirirken aynaya ve aynısına dönüştüğümüz, ne kadar kendimiz gibi başkalarına saygı duyup kendimiz dahil insanlığımızı koruduğumuzdur. Aksi halde çarka çomak sokmaz, döngüde kalırız.
Sevmek… Merhamet… Mutluluk…
Üçü huzurun, huzur sonsuzluğun başlangıcıdır.
Yara izlerinizi öpün ve başlayın yeniden!